Alman arkeolog Klaus Schmidt 25 yıl önce Urfa’da bir tepede kazıya başladığında, burada ortaya çıkardığı yapıların olağandışı ve müstesna olduğuna inanıyordu.
Urfa’daki Göbeklitepe’de kireçtaşı platonun üzerinde Schmidt 20’den fazla anıtsal yuvarlak yapılar keşfetti.
Bunların en büyüğü 20 metre çapındaydı ve 5,5 metre yüksekliği olan iki oymalı sütuna sahipti. İnsan ve el figürleri oymalı sütunlar 10 ton ağırlıktaydı.
Bunları oymak ve dikmek, teknik olarak büyük zorlukların aşılmasını gerektirmiş olmalıydı. Zira bu yapılar en az 11 bin yıl önce inşa edilmişti ve o dönem insanlarının henüz hayvanları evcilleştirmediği, metal aletler bir yana, çanak çömleğe bile sahip olmadığı biliniyordu.
Göbeklitepe, insanlığın en eski anıtsal yapılarına sahipti ve bunlar barınma amacıyla değil başka bir maksatla inşa edilmişti.
On yıllık incelemelerinin ardından Schmidt, çok önemli bir sonuca varmıştı. 2007’de onu Urfa’da ziyaret ettiğimde, o dönem Alman Arkeoloji Enstitüsü’nde çalışan Schmidt, Göbeklitepe’nin insanların neden tarıma başladığı ve yerleşik hayata geçtiği sorusuna yanıt vererek medeniyet tarihinin yeniden yazılmasına yardımcı olabileceğini söyledi.
Schmidt ve ekibinin höyükte bulduğu taş aletler ve diğer buluntular, dairesel yapıların avcı-toplayıcı topluluklar tarafından inşa edildiğini gösteriyordu.
Höyükte bulunan on binlerce hayvan kemiği, vahşi hayvanlara aitti ve ıslah edilmiş tahıllara veya başka bitkilere dair herhangi bir bulguya rastlanmamıştı.
Schmidt, bu avcı-toplayıcıların 11 bin 500 yıl önce bir araya gelerek Göbeklitepe’deki T şeklindeki sütunları taş aletlerle işledikleri kanısındaydı. Sütunlar için höyüğün altındaki kireçtaşını kullanıyorlardı.
Sütunlara şekil vermek ve yerlerine taşımak belki ilk bakışta göründüğü kadar zor değildi. Kireçtaşı, çakmaktaşı veya hatta ağaçtan yapılma aletlerle bile işlenebilecek kadar yumuşak bir taştı. Tepeyi oluşturan kireçtaşı yatağı ise 0,6 ila 1,5 metre kalınlıkta katmanlardan oluşuyordu.
Höyükte çalışan arkeologlar, sütunların buralarda işlenip, kenarlarındaki fazlalıkların yontularak biçimlendirildiğini ve ip urganlarla ağaç kütükleri üzerinden birkaç yüz metre kaydırılarak tepeye taşındığına inanıyordu.
Schmidt, bölgedeki küçük göçebe grupların, inançları gereği tepede bir araya gelip düzenli aralıklarla bir şeyler inşa ettiklerini, ziyafetler düzenlediklerini ve sonra tekrar dağıldıklarını düşünüyordu. Schmidt, tepenin yerleşim yeri olmadığını, ritüel merkezi, belki de bir tür mezar veya sunak olduğunu savunuyordu.
Bu önemli bir iddiaydı. Arkeologlar uzun zamandır karmaşık ritüellerin ve organize dinin, toplumların tarıma ve hayvanları evcilleştirmeye başladıklarında geliştirdikleri lüksler olduğuna inanıyordu; bu geçiş Neolitik dönem olarak biliniyordu. Yiyecekler tarım yoluyla ihtiyaçtan fazla üretilir olduğunda, fazladan kaynaklarını ritüellere ve anıtlara ayırabilecek duruma geldikleri farz ediliyordu.
Schmidt, Göbeklitepe’nin bu varsayımları alt üst ettiğini söyledi. Alandaki taş aletlerin yanı sıra radyokarbon yoluyla tarih saptaması sonucu elde edilen bulgular da Neolitik öncesi döneme işaret ediyordu. Buradaki ilk kazıların üzerinden 25 yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen, ıslah edilmiş bitki veya hayvanlara dair hala bir kanıt yok. Bu yapılarda yerleşim olmadığına inanan Schmidt, buraya “tepedeki katedral” adını verdi.
Eğer bu varsayım doğruysa, karmaşık ritüel ve sosyal organizasyonun aslında yerleşim ve tarımdan önce geldiğini gösteriyordu. 1000 yıl boyunca, devasa T sütunlarını oymak ve taşımak ve dairesel yapıları inşa etmek için göçebe grupları tek bir yerde bir araya getirme zorunluluğu, insanları bir sonraki adımı atmaya itti: düzenli olarak geniş katılımlı bir araya gelişleri organize etmek için, bitki ve hayvanları evcilleştirme yoluyla yiyecek tedarikinin güvence altına alınması gerekiyordu. Böylece, ritüel ve din, Neolitik Devrimi başlatmış görünüyordu.
Schmidt’in Göbeklitepe hakkında 2000’lerin ortalarında yayınladığı ilk raporlar, Neolitik arkeoloji uzmanları arasında ve medyada büyük heyecan yaratmıştı. Medya, burayı dinin doğduğu yer olarak adlandırdı; Alman dergisi Der Spiegel, höyüğün etrafındaki otlakları Cennet Bahçesi’ne benzetti.
Kısa süre sonra dünyanın dört bir yanından insanlar Göbeklitepe’yi görmek için akın etti. On yıl içinde tepe tamamen değişti. Suriye’deki iç savaş 2012 yılında bölgedeki turizmi kesintiye uğratana kadar, dünyanın ilk tapınağı olarak adlandırılan şeyi görmek için otobüsler dolusu gelen meraklı turist, açık kazı hendeklerinin etrafında toplandığından ve dar yollarda el arabalarının manevra yapmasını imkansız hale getirdiğinden, alandaki çalışmalar yavaşlamıştı.
Urfa’nın çeperindeki tepe son beş yılda yeniden şekillendi. Bugün yollar, otoparklar ve bir ziyaretçi merkezi, dünyanın dört bir yanından gelen meraklı gezginleri ağırlıyor. Höyükteki ana yapılar daha önce oluklu kaba çelikten hangar şeklinde bir yapıyla korumaya alınmışken, 2017’de bunların üzeri son teknoloji ürünü korunaklarla kaplandı. 2015’te Urfa’nın merkezinde inşa edilen ve Türkiye’nin en büyük müzelerinden biri olan Şanlıurfa Arkeoloji ve Mozaik Müzesi, Göbeklitepe’deki en büyük anıtsal yapının ve heybetli T sütunlarının tam ölçek kopyalarını barındırıyor ve ziyaretçilerin anıtsal sütunları ve oymalarını yakından incelemelerine olanak tanıyor.
2018 yılında Göbeklitepe, Unesco Dünya Mirası listesine eklendi ve Türk turizm yetkilileri 2019’u “Göbeklitepe Yılı” ilan ederek antik alanı küresel tanıtım kampanyasının yüzü haline getirdi.
Schmidt, 2014’te vefat etti ve bir dağ tepesindeki tozlu topraklı kazı alanının başlıca turistik cazibe merkezi haline gelmesini göremedi. Ancak oradaki keşifleri, Neolitik geçişe küresel ilginin artmasını sağladı. Son birkaç yılda Göbeklitepe’deki yeni keşifler ve daha önceki kazıların sonuçlarına daha yakından bakıldığında, Schmidt’in ilk yorumlarının alt üst olduğu görülüyor.
Merkezi yapıyı koruyan gölgeliğin temel kazma çalışmaları sırasında arkeologlar Schmidt’in kazdığı derinlikten daha aşağılara inmek zorunda kalmıştı. Schmidt’in yerini alan Lee Clare yönetimindeki Alman Arkeoloji Enstitüsü ekibi, büyük anıtsal yapıların zeminlerinin birkaç metre altında, evlerin ve sabit yerleşim alanlarının olduğunu gördü.
Bu bulgular tarih öncesi dönemin yeniden yazılması anlamına geliyordu. Zira, Göbeklitepe sadece özel ritüeller için bir araya gelinen izole bir tapınak değil, merkezinde özel yapıların bulunduğu, büyüyen ve gelişen bir köydü.
Ekip, tepede su ihtiyacını karşılayan büyük bir sarnıç ve yağmur suyunu toplamada kullanılan kanalların yanı sıra, yulaf lapası ve bira yapımı için tahıl işlemede kullanılan binlerce öğütme aleti tespit etti. Clare, “Göbeklitepe hala benzersiz, özel bir yer; ancak yeni bulgular daha önce diğer kazılarda elde edilen bilgilerle daha uyumlu” diyor. “Burası, sürekli iskanın olduğu tam teşekküllü bir yerleşim yeriydi. Alan hakkındaki tüm anlayışımızı değiştirdi.”
Bu arada, Urfa çevresindeki engebeli kırsal alanda çalışan Türk arkeologlar, yaklaşık aynı dönemde inşa edilmiş, biraz daha küçük olsa da benzer sütunlara sahip 11 yeni tepe tespit ettiler. Avusturya Arkeoloji Enstitüsü’nden Neolitik Çağ uzmanı araştırmacı Barbara Horejs, “Bu tapınak yegane değil” diyor. “Bu, hikayeyi çok daha ilginç ve heyecan verici kılıyor.”
Türkiye Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy ise bu bölgenin “güneydoğunun piramitleri” olacağını söyledi.
Clare ve diğer arkeologlar artık Göbeklitepe’yi yüzyıllar boyunca süren ve tarımın başlamasına ön ayak olan bir inşa projesi olarak değil, avcı-toplayıcı toplulukların, etraflarını çeviren dünya değişirken, yok olan hayat tarzlarına tutunma girişimi olarak görüyor. Civar bölgelerden elde edilen bulgular, diğer bölgelerdeki insanların hayvanları ve bitkileri evcilleştirme girişimlerine başlamış olduklarını gösteriyor. Göbeklitepe sakinleri belki de bu girişime direniyordu.
Clare, alandaki taş oymaların önemli bir ipucu olduğunu savunuyor. Göbeklitepe’nin sütunlarını ve duvarlarını kaplayan ayrıntılı tilki, leopar, yılan ve akbaba oymaları “her gün karşılaştığınız hayvanlar değil” diyor. “Onlar resimden daha fazlasını ifade ediyor; grupları bir arada tutmak ve ortak bir kimlik yaratmak için çok önemli olan anlatılar.”
2007’de Göbeklitepe’yi ilk gezdiğimde, bu yapıların ne kadar eskiye uzandığını anlamıştım. İngiltere’nin en eski anıtsal yapısı olan Stonehenge’deki taş sütunlar 4.500 yıl önce geç Neolitik dönemde dikilmişti. Göbeklitepe, Stonehenge’den 6.000 yıl önce inşa edilmişti ve nasıl ki bir zamanlar orada yaşayan insanların dünyasını tam olarak anlamak mümkün değilse, sütunlardaki oymaların tam olarak ne anlama geldiğini derinlemesine anlamak da imkansız.
Bu, Göbeklitepe’nin muazzam cazibesinin bir parçası. Binlerce ziyaretçi, çoğu insanın on yıl önce adını hiç duymadığı bir yere hayran kalırken, araştırmacılar ilk etapta neden inşa edildiğini anlamaya çalışmaya devam edecekler. Her yeni keşif ise bu alan ve insan uygarlığı hakkında şu anda bildiklerimizi değiştirmeyi vaat ediyor.
Horejs, “Yeni çalışma Klaus Schmidt’in tezini ortadan kaldırmıyor; onun omuzlarında yükseliyor” diyor. “Bence büyük bir bilgi kazanımı oldu. Yorumlama değişiyor, ama zaten bilim böyle ilerliyor.”