Gezimin başlangıç noktası olan Antalya’dan Kumluca istikametine doğru yol alırken Tekirova’dan itibaren gittikçe denizden uzaklaşan yol, Tahtalı Dağı’nın yamaçlarına doğru yükselmeye başlıyor. Biraz daha ilerideki Ulupınar yol ayrımı, çınar ağaçlarının gölgelediği kır lokantalarına çıkıyor. İşte Çıralı sapağı karşımda… Yol, buradan itibaren sık bir cangılın arasında 7 kilometre boyunca alçalarak nehir kıyısına ulaşıyor. Akarsuyun hemen arkası, renkli taşlar ve deniz kabuklarının örttüğü upuzun bir sahile açılıyor. Denizin çılgın maviliği iştah açıcı; kumsalda dost canlısı balıkçı köpekleri koşturuyor.
Portakal bahçesinde kamp
Civarda portakal, limon ve turunç bahçelerinin arasına dağılmış çok sayıda pansiyon ve kamp alanı var. Ölümsüz ateşiyle antikçağlardan Bizans dönemine kadar kutsal kabul edilen Yanartaş, rotamın bir sonraki durağı… Çıralı sahilinin 3 kilometre kadar kuzeyindeki bu mucizevi oluşumu görmek için köy çıkışındaki köprüden sağa dönüp levhaları izliyorum. Örenyeri girişinde aracımı park ettikten sonra, taş basamaklı dik bir patika beni bekliyor. Yarım saatlik tırmanışın sonunda, volkanik bir yamaçta yedi-sekiz ayrı noktada yanan ateşe ulaşıyorum. Hemen altımızdaki kalıntılar, Khimaira Antik Kenti’nin tapınağına ait. Ateş üzerinde kahve pişiren grup, bir fincan da bana ikram ediyor. Yüzyıllardır sönmeyen ateş öbeklerinin arasına oturup Çıralı sahilini içine alan çam ağaçlarıyla kaplı vadinin tadını çıkarıyorum. Buradan sonra gezimiz, Olimpos ile devam edecek.
Terk edilmiş gibi…
Tıpkı Çıralı gibi Olimpos’a da anayoldan ayrılan iki tali yolla iniliyor. Tahtalı Dağı’nın denize açılan çukur bir vadisinin içindeki Olimpos, Likya’nın kutsal yerleşimlerinden biri olarak tarih sahnesine çıkmış. Kentin çeşitli dönemlerine tarihlenen kalıntılar, sahile yakın yamaçlarda gizleniyor. Yaz boyunca kuraklığın etkisini yaşayan vahşi bitki örtüsü, canlanmak için sonbahar yağmurlarını bekliyor. Birkaç kent kaçkını ve sırt çantalı maceraperest dışında kimsecikler yok çevrede… Bölgenin karakteristik ağaç evleri, terk edilmiş bir film setini andırıyor. Civardaki pastoral peyzajın arasında gezinirken Likya ülkesine ait en ünlü kahramanlık öykülerinden biri geliyor aklıma… Bu efsane, antikçağın güçlü ve cesur kahramanı Bellerophontes’in karakterinde vücut buluyor. Efsaneye göre Bellerophontes, Yunanistan’daki Korinthos şehrinin soylu sınıfından geliyordu. Aynı zamanda denizler tanrısı Poseidon’un da oğluydu. Bellerophontes’in Likya’da yaşanan serüveni, kardeşini kaza sonucu öldürmesi üzerine ülkesinden sürülmesiyle başlıyor. Kahramanın sürgündeki ilk durağı, Yunanistan’ın Peloponnessos Yarımadası’ndaki Tiryns şehri olmuş. Tiryns Kralı Proitos, himayesine alsa da o, hükümdarın karısına âşık olmuş. Bellerophontes’in ısrarlı aşk girişimlerinden usanan güzel kraliçe, kurtuluşu onu kocasına şikâyet etmekte bulmuş. Bu haber karşısında büyük bir öfkeye kapılan kral, Bellerophontes’i hemen öldürtmek istemiş. Ancak dönemin geleneklerine göre kralların misafir edip birlikte yemek yediği birini öldürmesi yasakmış. Bunun üzerine Proitos, eline kapalı zarfta bir mektup tutuşturarak Bellerophontes’i Likya kralı olan İobates’in yanına yollamış. Bu mesajda mektubu kendisine getiren kişinin öldürülmesi emrediliyormuş. İobates ise ülkesindeki saygınlığından dolayı Bellerophontes’i katledemeyeceğini anlayınca ona, Likya’yı kasıp kavurmakta olan bir canavarı öldürme görevi vermiş. Gövdesinin baş kısmı aslana, alt kısmı ejderhaya benzeyen Khimaira, ağzından ateşler saçıp herkese korku salıyormuş. Cesur yürekli Bellerophontes ise hiç tereddütsüz onunla savaşmaya karar verip, Tanrıça Athena’nın kendisine hediye ettiği altın bir gemle ehlileştirdiği kanatlı atı Pegasus’a binip yola koyulmuş. Kahramanımız, berrak bir pınardan su içerken rastladığı korkunç Khimaira’yı tek bir mızrak darbesiyle öldürmüş. Bu olay sonucunda gücüne güç katan Bellerophontes, Likya ülkesinde herkesin sevgilisi olmuş ve hızla yükselerek önemli mevkilere gelmiş. Ancak tarihin cilvesi olsa gerek, kapıldığı yüksek kibir nedeniyle kendisini tanrılara eşdeğer görmeye başlamış. Bu ruh hali de onun trajik bir şekilde öldürülmesine yol açmış.
Adını kırlangıçtan almış
Hayal gücümüzü zenginleştiren Likya efsanelerinin büyüsü altında Olimpos’a veda ediyor ve Antalya’nın güneyindeki Gelidonya Burnu’na doğru ilerliyorum. Olimpos’un 8 kilometre güneyindeki Adrasan, Gelidonya Yarımadası’nın en büyük koylarından biri. Günümüzde Çavuşköy olarak tanınan yörenin kızılçam ormanlarının çevrelediği 2 kilometrelik kumsalı, görülmeye değer güzellikte. Akdeniz’in korunaklı doğal limanlarından biri olan bu koy, Antalya- Kalkan arasında seyreden mavi yolculuk teknelerinin vazgeçilmez duraklarından. Bazıları havuzlu olan küçük otel ve pansiyonlar, balık lokantaları, kumsalın hemen arkasında sıralanmış. Olimpos sahiliyle Adrasan Koyu’nu bıçak gibi ayıran Musa Dağı’nın yamaçları, neredeyse bütün Antalya Körfezi’ni kuşbakışı görüyor. Adrasanlı otel sahiplerine bakılırsa koyun en önemli özelliği, yazın bunaltıcı sıcaklarını yaşamaması ve hep sakin olması. Adını, kırlangıç kuşlarından alan Gelidonya Burnu’nun irili ufaklı koyları arasında gezinerek günbatımı saatlerini bekliyorum. Burnun ucundaki adacıkların çevresi, ters akıntılardan dolayı ilkçağlardan beri gemilerin korkulu rüyası olmuş. Bir batık cenneti olarak bilinen bölgeden çıkarılan çok sayıda amfora ve gemi parçası, Bodrum Müzesi’nde sergileniyor. Bu bilgiler de yeni seyahatler için güzel bir sebep sunuyor bize… Öyle değil mi?